reklam
reklam
DOLAR41,8316% 0.19
EURO48,3932% -0.08
STERLIN55,4901% -0.33
FRANG51,9131% 0.24
ALTIN5.376,11% 0,71
BITCOIN121.559,01-0.564
reklam

UMUT HABER YAZARI RIZA AYDIN YAZDI.. ŞARKILAR HEP SENİ SÖYLER..

Yayınlanma Tarihi : Google News
UMUT HABER YAZARI RIZA AYDIN YAZDI.. ŞARKILAR HEP SENİ SÖYLER..
reklam

ŞARKILAR HEP SENİ SÖYLER DİLLERDE NAME ADIN

Kayıp Destan

Destanı anlatan: NAVRUZ AYDIN.

İlerde tümünü, bağımsız bir yazı olarak kağıda dökmeyi düşündüğüm, Navruz’dan teybe kaydettiğimiz bir destan var; bu destana ne ad verilmeli, bu destanı kim yazmış, yazılı bir yerde var mı bilmiyorum; bildiğim bir şey var oda şu: bu destanda anlatılanlar Alevi ozanlarınca biliniyormuş, deyişlerinde burada anlatılanları işlemişler, deyişlerde anlatılanlar bu destandakine uygun; özcesi, bu destan hem deyişleri daha iyi anlayıp yorumlamamıza, hem de Alevilerin insanlık tarihini nasıl algıladıklarını anlamamıza ışık tutuyor. Eğer bu destan, hiçbir yazılı kaynakta yoksa, henüz yazıya geçirilmemişse, kültürümüz adına birilerinin elini çabuk tutup bu kaynakla ilgilenmesi, gerekiyor, diye düşünüyorum.

Destan Musa Peygamberin bir ağaya çoban durmasıyla başlıyor. “ Davarlarını yaydıracak çoban arayan bir ağa varmış. Genç biri gelip bu işe talip olmuş. Ağa kızına “kızım değneklikten bir değnek getir, çobana ver de bu çobanı bir deneyelim” demiş. Kız gidip değneklikten bir değnek getirmiş, ağa “ kızım o değneğin sahibi var, onu götür başka bir değnek getir “demiş. Kız gitmiş yine aynı değnekle gelmiş. Ağa değneği değiştirmesi için kızını tekrar salmış kız elinde aynı değnekle tekrar gelmiş. Kız böyle üç defa gidip aynı değnekle gelince ağa “kızım benim kırk tane değneğim (deyneğim) var bunu götür başkasını getir diyorum sen her defasında aynı değneği getiriyorsun” diye kızmış; bunun üzerine kız “baba ben ne yapayım bunu götürüp değnekliğin en dibine atıyorum yeniden değnek alırken yine hoplayıp aynı değnek elime geliyor” demiş. Bunun üzerine “Peki öyleyse” demiş babası “değneği ver de bir deneyelim bakalım, bakalım ne olacak”.

Musa davarları yaymaya başladıktan bir müddet sora, ağa bir gün çobanı yanına çağırıp “oğlum bu değneğin bir kerametini (bir yararını) görüyor musun” diye sormuş; -Musa biraz saf, birazda tembelmiş- “Yok ağam demiş –çoban-, yalnız karanlık olunca değneğimi yukarı kaldırırsam değneğin başından bir ışık çıkıyor önümü aydınlatıyor. Susayınca değneği ardıma dayıyorum değneği toprağa dayadığım yerden bir su çıkıyor, oradan suyumuzu içiyoruz. Bir de geçenlerde uyumuşum, uyandım ki davar sizin ejderha var diye yasakladığınız bölgeye gitmiş, oraya korka korka vardığım ki ne varıyım ejderha ikiye bölünmüştü, deynekte oracıkta oturuyordu, değneğin ucunda da aciycik (azıcık) kan vardı”. “İyi” demiş ağa “sen davarları yaymaya devam et”

Bir gün sürünün yanına dört kurt gelip “ ya Musa biz payımızı, kısmetimizi almaya geldik, bırak bizi hakkımızı alalım” demişler. “Yok” demiş Musa, davarlar benim değil ağanın davarları, ona danışmadan size bir şey veremem” . Kurtlar “İyi ya öyleyse” demişler, “sende git ağana danış gel, sen gelene kadarda davarlarını biz yayalım”. “Yok” demiş Musa “ya ben gidince siz bütün sürüyü parçalarsanız, o zaman ben ağama ne diyeceğim, o zaman ne olacak, size nasıl güveneyim”. Kurtlar “Yemin edelim” demişler, “Peki” demiş Musa, O zaman kurtlar şu yemini etmişler: “goğ gaybet söyleyip, cahil azdıran, eyalini yalın ayak gezdiren, büyük kız saklayıp sınır bozduranların günahları boynumuza olsun ki, sen gelene kadar sürünü yayarız ,sürüyün kılına bile zarar getirmeyiz”.

Bunun üzerine Musa ağasının yanına gelmiş. Ağa Musa’yı görünce “oğlum hayrola davaları ne ettin de geldin” demiş. Musa da “ ağam dört kurt geldi, nasiplerini istiyorlar onlara nasiplerini vereyim mi vermeyeyim mi diye size danışmaya geldim” demiş. Peki demiş ağası “Davarları ne yaptın”, Musa “ Davarları kurtlara emanet ettim”demiş. “Oğlum hiç koyun kurda emanet edilir mi” deye sorunca da Musa, “büyük yemin ettiler ağam” demiş, “ peki ne dediler” “dediler ki ‘ büyük kız saklayıp sınır bozduran, eyelini yalın ayak gezdiren, goğ gaybet söyleyip cahil azdıran insanların günahları boynumuza olsun ki, sen gelene kadar biz davarlarına hiç dokunmadan onları yayarız” dediler demiş. Ağa bunun üzerine “peki” demiş, “öyleyse sende git onlar deki, ‘ağam dedi ki de, dördü de dört yerden dıhılsın dedi, alsın lokmasın çekilsin dedi aldığı lokmada pâk olsun dedi de, yarın gündüz de sürüyü yatağa getir, sürüyü bir çiftleyip tekleyelim bakalı ne almışlar”.

Musa sürünün yanına gelmiş, gelmiş ki ne gelsin Kurtlar sürünün dört başına oturmuşlar sürü gereğine ( keyfince) yayılıyor.

–Anemin söyleyişiyle- Kurtlar Musa peygamber efendimi görünce, “ağan ne dedi ya Musa” diye sormuşlar; oda “ Ağam dedi ki, ‘dördü de dört yerden dıhılsın’ dedi, ‘alsın lokmasını, çekilsin’ dedi, ‘aldığı lokmada pâk olsun’ dedi” demiş. Bunun üzerine dört kurdun dördü birden sürüye dalmışlar.

Sabah olunca Musa sürüyü yatağa getirmiş. Ağanın kızları sürüye girip bakmışlar, sürüyü tekleyip çiftlemişler ki, Koçluk kuzulayan koyunun karnındaki kuzusu yok. Kızlar babasına gelip demişler ki “ baba bütün sürü tamam, yalnız koçluk kuzulayan koyunun karnındaki kuzu yok, kurtlar sadece koçluk kuzulayan koyunun karnındaki kuzuyu almışlar”

Bu koç, sonradan Halil İbrahim peygambere, İsmail Peygamberin yerine kurban olarak, gökyüzünden sağılıp inen koç muş.

Bundan sonra İbrahim Peygamberle İsmail peygamberin öyküsü kurtların Musa’nın sürüsünden aldığı koçun gökyüzünden sağılıp inerek İsmail’i kurtarışı anlatılıyor.

Bu destanın bölümleri içerisinde benim gibi, dinleyen her insanı etkileyeceğini sandığım Kerbela bölümü var; bu bölümün bir kısmını buraya alıyorum:

Kerbela da, Hüseyin’in ailesinden, şehit düşenler, oradaki aile hayatı tek tek anlatıldıktan sonra sıra On Muharreme ( Âşûrâ gününe) geliyor.

O gün, On Muharrem günü Periler düğün yapacaklarmış. Periler anaların hayır duasını alıp düğünlerine davet etmek için analarının yanına gelmişler, analarını düğünlerine davet edip izin istemişler. Bunu duyunca Anaları perilere: “Âh yavrularım ah, bu gün ne gün biliyor musunuz,” demiş “bu gün Hazreti Muhammet’in sevgili torunu İmam Hüseyin şehit edilecek, bu gün kuşlar bile ötmüyor, böylesi bir günde düğün yapılı mı hiç” demiş. Çocukları “ ana bunu sen bize niye önceden söylemedin, biz bunları bilmiyorduk ki, biz onu şehit ettirir miyiz, biz gider onu şehit edecekleri vururuz, kırarız tarumar ederiz” demişler.

Sabah olunca perilerin şahı, ordusunu çekip Hüseyin’in yanına gelmiş, “ya Hüseyin bize izin ver düşmanlarını yıkıp yemirelim” demiş. Hüseyin “yok”demiş, “izin veremem” ; “niye” demişler, demiş ki “ sizin gözünüz açık, siz her şeyi görüyorsunuz, onların gözleri perdeli, siz onları vuracaksınız, kıracaksınız, öldüreceksiniz, onlar size bir şey yapamayacaklar. Bu adil, mertçe bir davranış olmaz, bunu kabul edemem. Sonra Allah böyle buyurmuş, bu Allah’ın karşısında beni cüda düşürür, siz varın işinize gidin, düğününüzü dergahınızı yapın, ben kaderime razıyım” deyip perileri salmış *.

Hüseyin cenk alanına çıkmış, yorulmuş, kendi kendine artık yeter buraya kadarmış deyip attan inmek istemiş. Bu defa “ Yok demiş “Zülcanah ” ben seni asla bu yezitlere bırakmam alır seni kaçarım”demiş. Hüseyin, Zülcanağa “ben çok yara aldım, beni bırak beni Hak’tan cüda düşürme”demiş. Biraz direndikten sonra Zülcanah, Hüseyin’e “ eğer bana bir daha binmeyi vaat edersen seni o zaman bırakırım” demiş. Hüseyin de “vadim olsun ki sana bir daha bineceğim” demiş. O zaman, Hüseyin’den bu sözü alınca, Zülcanah dizlerini eğip usulca Hüseyin’i sağ tarafından bırakmış.

Zülcanah, Hüseyin’i bırakınca oradan kaçmış, atı tutamamışlar. Zülcanah gündüzleri dağda, taşta gezer akşam olunca da gelip ağzını Hüseyin’in margabına verip öyle yatarmış. Hüseyin, Müsayip Gazi donunda geldiğinde Zülcanah onu karşılayıp, Müsayip Gaziyi sırtına alıp, öyle gelmişler; Böylece Hüseyin sözünü tutup (ikrarında durup) vaat ettiği gibi Zülcanağa *** bir daha binmiş.

Hüseyin attan inince ( düşünce), Hüseyin’i şehit etmek için kopup gelmişler. Hüseyin gelenlere demiş ki “ beni şehit edecek olan kişi, kazma dişli, kuzgun döşlü, goğ gözlü biri olacak”. Hüseyin’i şehit eden kafir böyle biriymiş.

Hüseyin’in başını gövdesinden ayırıp, kellesini alıp götürmüşler, vücudu orada kalmış. O yörede bir çoban varmış, gelir şehitlerin üstünü başını soyarmış. Hüseyin şehit düşünce, onunda üstünü başını soymaya gelmiş. Hüseyin, üzerini soymaya gelen çoban elini uzatınca elini tutmuş. Çoban o elini kesmiş, bu defa öteki eliyle tutmuş o elini de kesmiş, sonunda Hüseyin’i soyup, çırıl çıplak orada bırakmış.

Bu duruma Allah’ın gönlü razı olmamış, Cebrail’i yanına çağırıp demiş ki. “Bu çoban kafiri Hüseynin de üstünü başını soydu, güneşin arnacında öyle, çırılçıplak, bıraktı gitti, git kanatlarını Hüseynin üzerine ger de öyle açıkta kalmasın” demiş.

Cebrail Hüseynin yanına gelip kanatlarını üzerine germek isteyince, Hüseyin Cebrail’e ne yaptığını sormuş oda böyle böyle diye durumu anlatmış, bunu üzerine Hüseyin “ giiitt” demiş “Allah beni şimdimi düşündü, ehli ayalim, bütün ailem böyle Per perişan olup, şehit edildikten sonramı beni kayırmış, var ona Hüseyin bunu kabul etmedi de” diyerek Cebrail’i geri göndermiş. Allah Cebrail’i tekrar göndermiş, Hüseyin yine kabul etmemiş. Allah bu defa, üçüncü kez, Cebraili gönderirken demiş ki “Git Hüseyin’e söyle, Hüseyinliğin mertebesi benim nazarımda o kadar büyük ki, eğer O bunu kabul etmiyorsa, eğer O bu yükü taşıyamıyorsa, O, Hüseyinliğini bana versin bende Allahlığımı ona veriyim de” demiş *** . Hüseyin bunun üzerine “peki öyleyse” deyip Cebrail’in üzerine kanatlarını germesine izin vermiş.

Hüseyin’in gövdesini orada koyup başını alıp gitmişler, başıyla top oynarlarmış. Hüseyin’in başıyla top oynayanlar ( top gibi oynayanlar) akşam olunca Hüseyin’in başını bir Keşişin evine koymuşlar; sabah olunca geri alıp top oynayacaklar. Keşiş yattığı yerden Hüseyin’in başını gözlemeye başlamış. Ortalık iyice kararınca, kapı gııç diye açılmış, içeri Muhammet Mustafa gelmiş, Muhammet içeri girince Hüseyin’in başı şöyle biraz yukarı kalkıp Muhammedi selamlamış. Az sonra kapı açılmış, Aliyel Murtaza gelmiş, onun peşinden Fatime gelmiş, ardından da Veysel Karani gelmiş. Muhammet Hüseynin başını dizinin üstüne alıp sevmiş; beşi birlikte sabahaca birbirleriyle konuşmuşlar(Hasbi hal etmişler); Keşiş gönül gözü açık olgun bir kişiymiş, bu olup bitenleri görmüş, seyretmiş.

Sabah olunca kafirler yine Hüseynin başını almaya gelmişler; keşişin yedi oğlu varmış, Keşiş, Hüseynin başını onlara vermemek için oğullarından birin başını kafirlere vermiş. Kafirler biraz sonra gelip demişler ki “ bu baş o baş değil, biz Hüseynin başına ayağımızla vurunca ortalığa sanki bir ışık saçılırdı, bu başa vurunca dağılıp kararıyor, bize o başı ver” demişler. Keşiş bu defa diğer oğlunun kellesini vermiş, gitmiş tekrar gelmişler, tekrar derken Keşiş yedi oğlunun yedisinin de, başını kesip kafirlere vermiş Hüseynin başını vermemiş.

Kul Himmet Üstadın dillere destan olan “Bu gün bize pir geldi” deyişinde geçen “Keşiş kurban eyledi / Yedi oğlunun başını / Keşişler kurban eyledi / kafirler kan eyledi / gökten indi melekler yerde figan eyledi” dizelerinde anlatılan öykü işte budur.

Zeynel Abidin Kerbela katliamından kurtulmuş ama onu hemen zindana atmışlar; Zindanı kapısında bekleyen kırk tane bekçisi varmış. Bu bekçilerden birinin kızı bir gün babasına demiş ki: “baba yarın bütün bekçileri evine sal, bu gün zindanı tek başıma ben bekleyeceğim de, ben Zeynel Abidini görmek istiyorum, bir yemek kayıtlayayım gidip Zeynel Abidini görelim”. Zindancı kızının ısrarına dayanamayıp “ yavrum bir deneyim ama bu iş zor iş, zindancılar gitseler bile, zindanın kapısının ardında bir taş var ki kırk kişi ancak yerinden oynatıyor, sen o taşı kaldırıp kapıyı açıp ta içeri giremezsin” demiş. Kız “Baba sen diğer arkadaşlarını yolla gerisini ben hallederim” deyip babasını ikna etmiş. Sonunda kızın dediği olmuş, babası diğer zindancıları göndermiş, kız yemekleri yapmış, kırk kişinin bile yerinden oynatmakta güçlük çektiği taşı tek başına bir kenara çekip, babası ile birlikte İmam Zeynelin yanına girmişler. Muhabbetler edilip, yemekler yenilip içildikten sonra İmam Zeynel kıza bir lokma verip, “Kızım şu lokmamı al, bu emanete iyice sahip ol” demiş, zindandan çıkıp evlerine dönmüşler. Kız o lokmayı yiyince hamile kalmış.

O gün iktidarda olan kafir kimse, kötü bir rüya görerek uykusundan uyanmış. Kafirin rüyasında, bir şey göğe ağmış, başka bir şey yere çakılmış, bir devenin boynu incelmiş, uzamış, incelmiş, incelmiş ip gibi olmuş ama bir türlü kopmamış, sonunda bu devenin karnından bir varlık çıkıp kafirin tacını tahtını başına yıkmış, başına da on ikiler aşkına on iki tane mıh çakmış. Kafir kan ter içerisinde uyanıp bütün rüya tabircilerini, halayıklarını, hizmetçilerini toplamış, “bu rüyamı yoyun, bu rüyam ne anlama geliyor” demiş, hiç biri bu rüyayı yoyamamış (Anlatamamış). Bütün bunlar demişler ki “ biz bunu yo yamak bunu yoyarsa yoyarsa –anlatırsa- ancak imam Zeynel yoyar (anlatır)”. Bunun üzerin, Kafir “getirin İmam Zeynelli” demiş. İmam Zeynel huzura gelip kafirin rüyasını dinledikten sonra demiş ki: “ bak kafir” demiş, “bu rüyanı anlatınca (yoyunca) sen beni öldürtürsün ama bizde yalan olmaz , biz yalan söyleyemeyiz. O göğe çekilen ud, yere gömülen hicap, senin baskından, şerrinden, kötülüklerinden dolayı utanma, arlanma , sıkılma diye bir şey kalmayacak. O devede biziz, biz imamlar sülalesiyiz, o devenin boynu gibi bizler de inceliriz, ufalırız, azalırız ama asla bitip tükenmeyiz, sonunda içimizden biri çıkıp tacını tahtını başına yıkacak, başına da on ikiler aşkına on iki tane mıh çakacak, rüyanda gördüklerinin anlamı bunlar”.

Kafir bunları duyunca deliye dönüp, hemen “Zeynel’i paralayın” demiş. İmam Zeynel’i öldürmüşler; İmam Zeynel öldürülünce gün tutulmuş, üç gün boyunca, göz gözü görmez olmuş; gündüzleri de tıpkı gece gibi zifiri karanlık olmuş .O üç gün boyunca, gelir İmam Zeynel’in teninden bir parça kesip onu bir ağacın ucuna takıp yakarlar, onun verdiği ışıkla dolaşırlarmış.

Bu öyküden dolayı, İmam Zeynel deyişlerde kırk pare bölündü diye anılıyor. Kudret Kandili şiirinde de böyle kullanılmış olması gerekir.

Bundan sonra İmamların avına çıkılmış; Falcılarca falına bakılan kadınlardan hangi kadın imamlara hamile denirse yada imamlar soyundan birini doğurabilir diye şüphelenilirse, o şüphelendikleri kadınları bile öldürmeye başlamışlar. Destanın bundan sonraki kısmı uzayıp bir türeyiş efsanesine dönüşüyor.

Not: Annem – Kaymaklı Navruz Aydın anlattı ben onu kaydettim. Sonra buraya aktardım.

DİPNOTLAR

*Dikkat edilirse düşmana pusular, tuzaklar kurulan kalleşliğin kol gezdiği bu orta doğu kültüründen farklı bir yaklaşım var burada. Düello mantığı gibi, mertçe bir tutum var; böyle oluşturulan bu kültürün sonucu türkülerimiz deyişlerimizde mertliği öğütlüyor; Bu kültürün içine de yetişen ünlü sanatçımız Neşet ERTAŞ söylediği bir türküde “Gafil varmak biz düşmanın üstüne / Hazır ol vaktine diyenlerdeniz” diyor ,burada her şeyiyle farklı iki kültür yok mu. Kör oğlunun tutumunu da bu bağlamda düşünmek gerekir.

** Zülcenah Hüseyin’in atı.

*** İkrar verip ikrarında durmak, ikrarından dönmemek Bektaşilikte önemli bir gelenektir; bu şiirlerinde çokça işlenmiştir

*** Annem bu öyküyü çok anlatır. Benim Sünni kökenli arkadaşlarım eve geldiğinde onlara da anlatır(mış). Bu sene eve gelen bir arkadaşımın yanında koyu Sünni biri de varmış, annem bu öyküyü anlatınca adam birden kızıp “ yahu bu ne kepazelik, hiç Allah Hüseyin’e böyle der mi, hiç Hüseyin Allah’tan büyük olurmu”deyip evi terk etmiş.

Bu şeriatın iktidarda olup ezdiği, küçük görüldüğü ezilenlerin Alevilerce nasıl yüceltildiğine,güzel bir örnek; yetmiş iki milleti bir görmenin sonucu olan bu anlayış Hacıbektaş’ın Vilayet namesinde de var.

Bu öykü Pir Sultan’a “Şah demeden türkü söyle seni asmayacağız” diye şart koşulup onunda “sizde şah diyeni öldürürlerse acılın kapılar Şaha gidelim” dizesiyle başlayan deyişler yazması, öyküsüyle aynı tema. Bu gelenekte takiyenin zerresi yok, takiyenin tam tersi bir tutum var. Sorbon Üniversitesinde Öğretim elemanı olduğu söylenen El Tiycani “Ehlibeyit yolu” diye bir kitap yazmış. Şii yolunu (işleğini) anlatan bu kitapta Takkiye ile Muta nikahına “Dinimizin temelidir” diyor (bakınız sayfa 152- 155 ile164 sayfalar). Buna göre “eline diline beline sadık olan Anadolu Alevisinin” bunlardan hiç birine sadakati kalmıyor; ne ikrara bağlılığı kalıyor, ne diline bağlılık nede beline bağlılığı kalıyor. Bu öyküyü anlattığım Yahudi arkadaşım O. Dilber: ”bizim cemaatın önderi Sabatay Sevi tam bunun zıttını yapar, İslamiyet’i kabul ederek önce canını kurtarır” demişti.

 

reklam

YORUM YAP

Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.